• Müzik
  • ‘7’ Video
  • ‘7’ Yazı
    • Alaca
    • Suretler
    • Yer Kuşakları
    • Celse
    • Dem
    • Eşik
    • Uçsuz Tango
  • Galeri
  • Hakkında
  • İletişim

7 YAZI

Alaca

24.09.13

ALACA

 

“Çantanın fermuarı zorlanır, iç’e atılanlar mı fazladır?

 İç’erde bıldırcınlar keklikler, her şey orada saklıdır, birtek çantanın sahibinin aslıdır.

Balkonlarda soldan sağa, apartman aralarında karşıdan karşıya, tüm çamaşır iplerinde asılı kalan lekedir alaca.

 Rengi kırmızı, kandan bozma utanç yığını bu bezlerden, bu lekeler birgün çıkacak mıdır?

 Öyle derindir ki izler yıkandıkça yayılır, ipliğin iki rengine sarılır, bırakmaz kumaşı, rengi açıldıkça, dağılır.

 Dağılır devrilen bardaktan su gibi, hızına yetişemeyeceğin vahşilik damarlarından sızar, son anda yakaladığın çemberin ucu ötekinden bağımsız, hangisini yakalasan diğeri illaki akar.

  Yakaladığın ucu av köpeğine bağlamaktır zaten asıl mesele, bir de ellerini iyi kullanmak. Tek gözün kapalıyken diğerini açmak da başka mesele, hedefine odaklanmak pür dikkat.

 Çünkü bilirsin, başarırsan düşecek keklik, zevk alacak saçma’n. Sonra yine gerildikçe gerilecek, hep zıt düşecek ki tüfekle, kavgan hiç bitmeyecek namlunun ucuyla.

 Bir tek bez yetecek bazen avlamaya kekliği ya da silecek başkası aç tüfeği.

 Ardından kokmasın diye elden geçen günah izleri, her gün her sefer yıkanacak kana kana.

 Tekrarlandıkça temizliği alacanın yeni bıldırcınlar ölecek, kekliklerle birlikte çantaya düşecek…

 Ve çantalar doldukça masumiyet, böyle bir hakimiyete boyun eğecek, her seferinde gardı yuvarlanıp, devrilecek…”

Suretler

27.08.13

SURETLER

” Gözlerim zaten açık mıydı, yoksa sessizliği bozan o sesle mi açıldı bilmiyorum…

-“Benim!”

  Benim?

 Ne benim? Oturduğum yerden fırlayarak kalktım. Hava çok soğuktu ve benden başka hiç kimse yoktu etrafta. Bilincim, sesin netliğinden emin oluşum kadar yanıldığımdan da emin olmamı sağlayarak istemim dışında yeniden oturttu beni…

* * *

Oysa hiçbir şeyin normal gitmeyeceğini biliyordum. Bütün gece seslerden seslere koşturup birçok kan döktüğüm uzun rüyanın ardından, sanırım ani uyanışın da etkisiyle, duyduğum her tıkırtıya irkilir vaziyette yorganın altında kalmaya direnmiştim bu sabah. İçimden gelen evden ayrılmamak, dışarıya çıkmakla gelecek zorunlulukları ertelemekti, bir 24 saat daha…

Fakat bugün farklı bir gün olacaktı, belliydi artık.

…

Yıllardır biriktirdiklerimle harmanladığım,bu özel renkli kap kağıdını bugün ve yalnızca bir günlüğüne açmak için bana, bir adet maket bıçağı, sonra da biraz “sır” gerekecekti. Karşılaşacaklarımı tahmin edemediğimden henüz, tedirgindim. Ağzımın kuruyup, kalp atışlarımın hızlanmasının başka bir izahı da, bu anın sonunda tek suçluyu bulabilmek için yapacaklarımdan daha önemli hiçbir şey olmayışıydı.

Çok büyük olduğu için kalemlik olmaya boyun eğen bardağın içinden maket bıçağımı alıp paketin arkasını çevirmiştim. Kap kağıdı arkasından bantlarla tutturulmuştu her zamanki gibi. Bizler için belirlenmiş malum aralıklarına uyduğum mantık bıçağını da iki tık açmış, paketlerin kaplarını bozmamaya gösterdiğim özenle ilk bandı nazikce kesmiştim.

Bir süre pakete dalmış olduğumu farkettiğimde, kafamı iki yana sallayarak, adeta bir toparlanma refleksi olarak takındığım tavra sığınmıştım ama, beni cesaretlendirmesini beklerken farkettiğim, haleti ruhiyemin mimiklerime direk yansımasıyla kaşlarımın istemsizce çatıldığı, ciddiyetimin arttığıydı. Yalnızdım neyse ki; yüzümü kimse görmüyordu. Maket bıçağımı diğer banda sonra diğerine ve sonra diğerine, saplamak isteğimi tutarak kibarca kesmeye uğraşırken, içime dolan engel olamadığım nefret, yüzümün nar kırmızısına doğru pembeleşmesiyle vurmuştu dışarı.

Bir yudum kahve içip sakinleşerek, kabın üçgen köşelerini, kendi içlerine katlanmış diğer üçgen kısımlardan kurtarmıştım.Tümü açıldığında bir tek bant kalmıştı ki onun da infazını hemen gerçekleştirmiştim. Kurtulan kabı, soldan sağa doğru açıp, içinden çıkan kenarları oldukça keskin cam parçasını masamın üzerine koymuş, tekrar tutmam muhtemel noktalarını ellerime zarar vermemesi için bantlamış, çalışma zorluğumu da böylelikle ortadan kaldırmıştım.

Malzemelerimden en önemlilerini toparlayabilmek için dışarı çıkmam gerekmesi, ürpertime bir kürek buz daha atsa da, diğer ve en önemli malzemeler, “sır”lar dışarıdaydı biliyordum, dışarısıysa Aralık’ta, ara sokaklıydı.Yapmak zorunda olduğum gibi hazırlanıp çıkmak üzereyken sakindim, gereği ne ise o yapılmalıydı artık, beklenecek birşey kalmamıştı.

Kar henüz dinmiş, etraf bembeyaz pırıl pırıldı. Rotamı nasıl çizeceğime karar vermek için ilk durak olarak seçtiğim kıyıdaki banka vardığımda, henüz kimsenin elleriyle kirlenmemiş karları, oturabileceğim genişlikte sıyırıp oturmuş, soğuk ama çok huzurlu bu manzara karşısında bir sürü düşünceyle ilişkilenirken, karşı tarafın göremeyeceğim kadar sisli oluşuna hiç aldırmamıştım. Böyle durumlarda

bilincin, görmediğimizi sandığımız şeylerden kaydettikleriyle dolu kutusundan birer görüntü seçen gözlerim, her zamanki gibi üzerine düşeni yapmış, manzaramı güzelce tamamlamıştı.

Yüzüm ifadesizliğin uç noktalarında iken sessizliğin tadını çıkarmaya karar verip, odaklanmaya çalışmam, gözlerimi sürekli aralamama neden olan tırnaklarımın içindeki pisliği anlama isteğimi azaltmasa da, “beyaz insana ne kadar güzel  hissettiriyor…” diyebilmiştim bir şekilde, içimden.

“Sessizlik, ardından çıkabilecek en küçük sesi bile kendiliğinden büyütmekle yükümlü, ondandır içinde hep bir temkinli olma zorunluluğu taşır. Gerçi üzerimde hissettiğim elektrik devam ediyor diye de böyle hissediyor olabilirim…” derken, işte tam da bunları düşünürken duymuştum o sesi… “

Yer Kuşakları

02.09.13

YER KUŞAKLARI

“Büyük bir pencere önünde izlenebilecek en güzel şey, güzel şeyler olmalıydı elbette. Güneşin, mümkünse tüm açılarını kavanozuna dolduran bir pervazın, hem yeşili hem maviyi hem de kırmızıyı elbisesine serpiştiren bir terzi gibi, üzerine dikkatli ve yorgun gözler ilişmiş elleriyle, titizce diktiği bir eser sunması paha biçilemez bir nefes olmaz mıydı içimize?

Önünde sonsuza dek kalmak istediğim penceremden izlenebilecek en güzel manzara işte tam da böyle, gözlerimden ruhuma, bütün ışıkları, bütün aydınlıkları, bir hortumun birkaç dakika içinde herşeyi içine katarak çoğalıp büyümesini andırırcasına güçlü enerjilerle akıtan, kocaman bir manzara.

Ve bu büyük manzarayı fonda bırakabilecek en güzel şey de, ana ve ara tüm renkleri bir arada, kusursuz bir simetriyle birleştiren, üstün ırkımızla vücudunu tamamen deforme ettiğimiz dünyanın belini, zarif bir kemer gibi boyunca saran, tabi yine bir kısmına vakıf olduğumuz, benimse bir  noktada iki ucunun birbirine mutlaka kavuştuğundan -düşleye düşleye- emin olduğum, gökkuşağıdır.

Ufacık nedenlerle, mucizelerin doğabileceğine en güzel ispattır bu. Israrla görmezden geldiğimiz bu küçük şeyleri önemsemediğimizden eksik kalırız ya zaten! Tüm olamadığımızdan varamayız  tam’a, tam olamadığımızdan gidemeyiz tüme.

Olgun ve düzenli bir sağnağın ardında bıraktığı minik damlacıklara, o sırada tesadüfen iki bulutun ayrışmasıyla göz kırpan güneşin süzülmesi, ve o yaramaz damlacıkların da, güneşin zarif ışığını kırmayıp kırmasıyla, kristalden bir kavi mucizeye dönüşmesi! Ne kadar tesadüfi, o kadar kıymetli, ne kadar zor o kadar mükemmel, ne kadar güzel o kadar kolay…

Tabi yağmur huzurluyken, bulutlar hep üzer aydınlığı. Bazen içinden ne kadar enerji çıkartmak istersek isteyelim, bir o kadar zordur ya sabahları o yataktan çıkması…

İşte böyle sabahlarda benim en sevdiğim şey, suyu hep sıcak tutup, içine içimi karıştırarak, onu da ısıtmak, her yudumda kendimi daha sıcak daha samimi bularak izlemektir gökyüzünü. Bulutların birbirleriyle yarışlarını, yarışlarımıza indirgememeye çalışarak, şimşek çakmasının kısa süreli korkularını üzerimden atar atmaz yeniden göğe, hep göğe dönmek, gökte kalmak. Oraya aitmiş gibi, hep oradaymış gibi dalıp gitmek akışına…

Şimşek çakması beni korkutsa da, bu ışık taşması bulutların üstün hiyerarşisinde, neyse ki nadir denebilecek kadar azdır. Bu ne büyük saygıdır, bu ne doğal bir uyum. Aklı neresindedir ki bulutların? Nerededir zekaları? Bir bulut polisleri mi vardır acaba görmediğim?

Yağmura böylesi bir düşkünlük yalnızca bana mahsus değil elbet. Mesela, çiçeklerimin üzerine ne kadar titresem de musluktan akan su mutlu etmez onları. “Sen ne kadar sularsan sula, beni yeşerten nadide eşim yağmurdur” der gibi bakarlar yüzüme. Sardunyanın yaprağına su değmezmiş, hiç sevmezmiş! Ne büyük yalan! Bir mutlu oluyor ki yapraklarından damlacıklar süzülürken, tıpkı gökkuşağını bulduğumdaki gibi büsbüyük gülümsüyor yüzü. Arada benim sunumumla da böyle mutlu olsalar, fena olmazdı tabii…

A bir de pencerenin önündeki bej rengi sallanan koltuğum! Bu günlerimin vazgeçilmezidir. Oturduğum anda, ufkun kusursuz çizgi perspektifinin, gün ışığıyla bir olup, sallanmamla birlikte algılarıma oynattığı oyunlara geç kalmadan başlaması, bilmeceler katması bilmecelerime…

Uzaklaştıkça açığa çalan gri olur, öne doğru yönelmemle büyük derinliklere gömülen füme. Bu bir ileri bir geri hissi, çocukluğumuzun en güzel eğlencesini, ayakların yerden kesilmesi halini, uçabilme ihtimalinin, savrulabilme ihtimalinin, bir martıya daha yakın olma ihtimalinin, gökkuşağına değebilme ihtimalinin heyecanını ve mutluluğunu da katar salıncaklı düşüncelerime.

Dinginliğimi bu hareketlerle sürdürürüm ama, kimse yoktur bu kez beni “sallayan” arkamda. Ben koltuğumu sallarım, o da beni. Camdan dışarı bulutlara savuracak gibi yapar, sonra  bencilliği tutar tekrar kendine katar, öne gidişim zor, geri düşüşüm pek kolaydır her zaman. Bir adım ileri iki adım geri, bir adım ileri iki adım geri…

Sonra isterim ki şu güneş nazı bıraksa, o yaramaz damlacıkları bulsa, şöyle içinden coşarak saçsa kartelasını, uzatsa aşağı, sarsa ayak bileklerime. Tutsa yakalasa, cam pencere dinlemese, koltuğumu da dize getirip çekip çıkartsa beni içerimden. Döndürse baş aşağı, ayaklarımdan asılı dolansam onunla gittiği yere kadar. Kollarım aşağı sarkık, kocaman açık, kuşaklarına değsem. Rengârenkliğinde dağılsam bu kez, biraz seviştikten sonra siluetleriyle, hiç olmadığım kadar mutlu olsam. Sonra, tam bulutlar çarpışacakları sırada girsem aralarına, bir kahraman gibi. Şimşek bana kıyak geçse, o çakmasa ben de korkmasam, yağmur kontenjanından birazını sardunyalarıma torpillesem, aşağı indiğimde bana da öyle gülümseseler. Kandırsam gökyüzünü sonra, su bulamayan insanlara çalı çırpılara, kedi köpeklere de iltimas geçirtsem.

Gerçi o an bir bulut polisinin? ortaya çıkması muhtemeldir her zaman! Ama hiç kaçarı yok, onu da kandırsam, iyi niyetlerimi anlatsam…

 

Celse

14.09.13

CELSE

* * *

“Şans bu ya, kompozitörün dolu bir “an”ına denk gelip, dolma kaleminin ucundan fırlayarak bir o partisyona bir öbürüne atlayışlarla yola koyulan, birbirinin içinden geçip, aynı yolda kendi tekrarından bile kaçarak, diğerleriyle konsonans ya da disonans aralıklar yaratıp, uyumsuzluğun da uyumunda savrulan, kendi içindeki kurallarını kendi belirlemiş, özgürce dağılıp duran, bazen yalnızlaşıp bazen üst üste dizilerek daha görkemli tınlayan, bir durakta noktalanmadan önce güzel bir kadansla çözülen bu koca eserin, birer notasıydık biz…

Bir diğerimizsiz, tiz miyiz pes mi meçhul, bizden yarım adım uzak olandan uzaklaştıkça tona varması zor, biri bize dost olmadıkça modüle olmamız imkansız…Susmasını bilmeyen, durmasını hiç bilmeyen seslerdik, düzensiz ve gürültümsü…

Birleşemezsek bir yerlerde, nasıl tınlardık bir ağızdan, ne boş, ne anlamsız düşerdik port(r)eye. Havada amaçsızca uçuşan tozlar gibi, nereye konarsak konalım, bir sarı el beziyle silinip atılmamız garanti. Hadi en özgüründeniz diyelim, bu sefer de yer çekimi münasebetiyle illa ki düştüğümüz sıvıda çözünüp kaybolması muhtemel, daha kötüsü, bir zamanlar çocuk kahkahalarına boğulmuş bir geniş ailenin yaşadığı, herkesi teker teker yitirmiş, o karanlık, mutsuz, yalnız, unutulmuş evin, uzunca süreler dudaklardan düşmeyen fotoğraf çerçevelerine yığıldıkça yığılan, minik belirsiz taneler olurduk. Uçuş uçuş, ölü ölü…

Tamlıksa, birlikse, orada, bir önemsiz olasılığın sonucunda, hepimiz için beklerken, biz hangi seçimleriz?

Bak birleşenlere, o katılıyor öbürüne, öteki geliyor diğerine, değiştirdikçe yerlerini, yeni yeni duyulup, renk renk boyanıyorlar. Başka başka sesler bütünlüyorlar boşlukta, çevrilip çevrilip sürüyorlar, boşluk da sonlanıyor, dopdolu oluyor. Bu kez doluya koyuyorsun daha da doluyor, boşa koyuyorsun onda daha çok doğuyorlar. Böylesi nadir akorlarla dolu armoniler boylu boyunca seriliyor büyülerle; çoğaltıyor, üretiyor, cana geliyor yaşam. Arada bir soyutlanıyorlarsa da bazıları, hiç yalnız kalmadan devam ediyorlar nasılsa.

Yalnız kaldıklarını hissettikleri anlarda, aşağıda konuşlanan bir önceki sese kondurulmuş noktayla, ayrıldığı sandığı diğerinin uzayışına, siluetine, gölgesine, varlığına bulanıyorlar bir şekilde. Kimse kimseyi bırakmıyor, aldatmıyor, bozmuyor…

Öbüründen kendine kattıkça daha da mutlu oluyorlar çünkü, kendinden ötekine armağan ettikçe nefes alıyorlar. Pırıl pırıl parlıyorlar tuvalde, tıpkı tavus kuşunun kuyruğundaki olağanüstü tablo gibi, yukarıya doğru açıldıkça büyüyor, simleniyorlar. Böyle belirip anlamını buluyor zaman…

Soloları olmuyor mu, oluyor elbette; de durum yine değişmiyor. Ötekiler susarak eşlik ediyorlar yerlerinden.Kızmıyorlar, savrulmuyorlar, yargılamıyor, saygı duyuyorlar. Hatta anlamaya çalışıyorlar solodakini, bekliyorlar.

Çünkü ona karışacakları zamanda nerede olmak isteyeceğini sezmek, apayrı sözcükleri değil eş anlamlılarını, yumuşaklarını seçebilmek, “oradan oraya atlanmaz ki” demeden düşeceği anda altına doğru dizilip onu başlarının üzerine yerleştirebilmek için, atik, hazır ve iyi kalpli olmaları gerekiyor, biliyorlar, hazırlar…

Ta ki partisyonun son çizgisine varana kadar, yılmadan yorulmadan, bu kez yeniden hep birlikte dağılacak, düşecek, çıkacak, eğlenip ağlayacak, birbirimize  bağlanıp sonra yine buluşmak üzere ayrılacak, sarkaç kuyruklardan biraz da kendimize zaman katacak, doğru tona yeniden girene kadar, belki diğer bir soloya kadar, zaman değişimine ya da anahtar değişimine varana ve hatta o bilindik finale kadar gürleyip çağlayacağımız, bu kusursuz kompozisyonun birer notası değil miyiz biz?

Ruhlarımızı kaybetmeden yaşayıp, tutunabilirsek şayet el ele … “

Dem

24.11.13

 

 DEM

 “Bir duman örttü üstünü yomanın, ona yalnız olmadığını anlatmak istercesine dost bir sarılmayla. Bir şeyler olmalı yakılan, karşı korunun içinde. Hava soğuyor, ya da ısınıyor belki bir yerlerde, bir yerlerde hep bir şeyler oluyor. Açılıp  kapanırken sürgülü kapı, bir doluyor bir boşalıyor salon. Hiç değişmiyor, içimdekiler gibi bu kargaşa, ve kaybolan bu görüntülerin içinde beliriveriyor pirinçten zemberek. Sağ kolumdan tutuyor küçüğü, büyüğü sol ayağımdan. Bir karınca diğeri, uykusuzca koşturmakta.

 Uzaklardan çekip, kıstırdıkları bu çeyrek dilimden öteye geçemiyor vapur, geçemiyoruz öteye. Böyle oluşuyor daireler, boşluktan evrenin camdan fanusunda. Görünmez bir iple bağlı ay, belli bir açıyla tutuyor yörüngesinde dünyayı. Bir kımıldasa düşüp gideceğiz, ki bir kımıldıyor, çekiyor beni ritmini bozmayan sarkaç, gücü keskin bir kürekçi gibi sürüklüyor kayığı, buğulu zihnimden. Zemin kaygan bir pirinçken, bir ben kayamıyorum bu çeyrek dilimden,  yelkovandan, akrepten.

Duman ileriyi kaplarken, bu tarihi vücuduna giymiş, geçenlerde çatısı yakılmış eski tren garına saklanıyorum, geriye doğru yürüyüp suyun üzerinden. Saat 23:44, ben biraz daha ayrık diğerimden, su biraz daha yarık. Herkes gitti, sahipsizlerin hükmü başladı gecede, ay, duman, parlament mavisi, ahşap, gişe, yoma, iskele, lamba, kapının cüssesini deviren gölge, zemberek, sarkaç, akrep,  yelkovan, saniye ve ben, son 15’teyken…

 23:45 ;

 Bekleme salonuna doğru bakan, evresinde solan kambur ay, tehditkâr bir gülümsemeyle parlamakta. Tüm yaşamın hasadını kutsarken süreklenen saniyeler, güneş cennetinde bir ölüye bürünmekte. Evvel zaman içinden, bu anın içine kadar biriktirdiğim tüm tohumların öğretilerini, sabit fikirlerim, kusursuz nedenlerim ve yenilgilerim harmanlamakta. Su aktıkça sislerin içinden, nemli toprağımda yeşermeye yüz tutan tohum, ona hayat veren pınar gibi yarılıyor kürekler çekildikçe üzerinden. İpi bıraktığında ay, parmaklarından kurtulan dünyam da içinde dağılıyor, duman bir elek olup süzüyor bizi.

Kırılan gövdeyi hiçbir yama tutturamaz, hiçbir kar gizleyemez kardeleni, bir delik bulur gökyüzü gibi, çıkarır o boşluktan kendini. Tohum da sana bırakmaz, kendi bitirir işini. Tıpkı hadsiz cesaretlerimiz, sahte hislerimiz gibi.

Salon ıssız bir kümeye, tatsız bir renge büründüğünden beri, ihtimaller yüzdürmekte ışığı. Her ihtimali zorlayan zihnimse kayarken iskeleden, bu ışık prizmalaşarak koca bir kristale dönüşmekte. Her üçgende başka bir yüz, başka bir yer, başka bir yıldızla yansıyor hafızam, yarısı ahşap yarısı beton duvara. Duvarda tohum gibi çatlak, ay gibi pürüzlü, su gibi bulanık, çekiyor içine her şeyi. Bu sırada asılı bulunduğum çeperde bir tık daha katlanan gövdem, olağanüstü bir esneklikle dayanıyor, her saniyenin tecrübesini katıyor buğuya.

Kımıldıyor tohum, sürgün koparılmak için sabırsızlanmakta…

23:46;

Kristal döndükçe sisten duman artıyor, havanın soğumasıyla yamaca oturtuyor dümeni. Yağmur yüzüme değmekteyken ıslanmıyorum, içerideyim. İç durgun kıyı, yelkovan kanadının en narin tüyü, yarayı kapatan ilk zar. Şeffaf dokusu gizlemekten yorgun bir tül perde gibi, hiçbir zaman dolmayan hiçbir zaman boşalmayan kum saatinin arkasından uzanıyor tavana, kızıl, saatin kumuysa artık ıslak. Akışı pirinçten yüzeyinkine tezat, topak topak, takılıyor dumandan süzgece. Böylelikle başıma gelen tüm iyi, bütünü kötü şeyleri çıkartıyor suyun hürmetine, yüzüme.

Ne ile yüzleşsem kaypak bir bakış, kayığımı izlemekte. Farkediyorum ki gözlerimi kapatıyormuş zar, göremiyormuşum. Şimdi yine buğu artıyor, artıyor yağmur kümede. Gıcırdayan yüzlerce kapı, bu bakışlarla çarpıyor yüzüme. Burnum kanıyor, suya karışıyor durgun kıyıdaki, yelkovan kanatlarını batırıyor kürek gibi, kayığımı bir tık daha ilerletirken damlalar, belim kırılma noktasını çoktan geçmekte. Su karıştıkça sıcak, tohum sıcak, buğusu buzlanıyor camda.

23:47;

Geceyi taçlandıran parlament mavisi, çarptıkça iskeleye saçılıyor etrafa kum.

Tüm iskeleler tüm tohumlar öksüz, içim öksüz bir ay, kambur, solgun. Burkulan duygularım ince ince sızlayıp eşlik ediyor kapılara, gürültü başlıyor, çalkalanıyor su, duman. Sadakat ve hüzün tüm sessizliği boyuyor, neredeyse siyah bir tonuna mavinin. Tüm yaşama karşı iştahım kesik, hiçbir hatırı sayılır yörünge döndüremiyor onu çevremde. Ben işte böyle bir durguda, böyle bir devinimle tadımı bırakırken suya, kaynamakta, ve önemli her şeyimi yitirmekteyim.

  23:48;

 Deniz kıyısının nemi, suyun değmediği ahşapta da etkileşirken cansız her şeyin kokusu ağırlaşıp saplanıyor zemine. Başımın üzerinde taşıdığım sevdiklerimin sandalyeleri, şimdi karşımda içleri boşaltılmış ceviz kabukları gibi sallanmakta. Geçmiş, bugünün içinde kahroluyorken, bu boş bekleme salonunda yer kapmaca oynuyor muallaklı düşüncelerim ve hiçbir şey yer bulamıyor kendine. Neden bitmiyor belirsizlikler, neden sonlanmıyor diyor dil, yanıtsızlık denizin ve garın eksenine sinerken, tüm tadını da acılaştırıyor cevizin.”

Eşik

03.10.2013

EŞİK

 “Ben. 

Hayatımı durulup durulup yorulmaksızın tekrar geri dönen, burnumu her defasında sızım sızım sızlatan bir acıyla birlikte yaşıyorum, anlatması zor ikilemelere sırtımı dayıyorum, mağduriyet bu. İçimdeki alev, alev alev, parçaları birleştirmek için düştüğü her yeri eritip yok ediyor. Parçalanıyorum, bir türlü birleşememeye doğru gitgide.

 Ne bütün ki diyeceksin belki, abartıyorsun diyeceksin. Evet, genellikle böyle söylersin,”şükretsene, bak neyin eksik?”

 Neyim mi eksik?

Senin neyin tam?

 Ben hayatımı, kuş cıvıltılarını dinlediğimde duyuyorum, onlar susunca gerçeğe düşüyorum. Gerçek, acı ile eş anlamlı, gerçek acı diye bir şey yok, acı bu, yeterince gerçek. Ve hep, onu kaybetmemek, yeniden kolayca bulabilmek için, giderken yol üzerine serpen ben, yolu ikilediğimde tekrar yaşıyorum hepsini, hiç sektirmeden. Çoğunlukla düşük desibelde, bağıra bağıra.

 “Kim acı çekmiyor ki?” diyeceksin belki, saçmalıyorsun diyeceksin. Evet, genellikle böyle söylersin, “büyütüyorsun bence, insanlar ne acılar çekiyor!”

 Acı mı dedin?

 Sen ne bilirsin?

 Ya ben?

 Sana sorsam yine, diline doladığın deyimler olacak yanıtların, her problemde tekrarlanan öğütler hengâmesi.

Bu tip ezberlerinden vazgeçmedikçe hep sarı silginle biraz daha sileceksin izlerimi. Temizleyemedikçe parmağına biraz tükürük alıp üzerime sürtecek, daha da incelteceksin çizgilerimi, ve tabii kazıyacaksın sonunda. Kağıt incelecek, işaret ve orta parmağını hiç ayırmadığın için zorlanmayarak, ikisi bir bütün, tek sayfam üzerinden ittireceksin, incelmiş, kirlenmiş, silgine bulanmış uzuvlarımı. Ve tekrar gerçeklerin ortasına düşeceğim işte, yaz’g’ımın içinden.

 Aşağıda kalmak iyi gerçi, ayakların arasında dolanmak.

 Kat kat yukarısı, kalabalık… Yerde olmak, soyulup dağılmak pare pare, yeksiz. Sana hissettirmeden yine düşerim usulca şuracığa, şikayetsiz…

 Beyin kıvrımlarım, ay’ın kıvrımlarından daha yumuşak geçişli, işte orası keskinliğime bir adım, hangisini seçmeli evresi. Ki bana sorsan, ucum hiç acıtmasın isterim, sırada yanımda oturanları. Yakınımda olan herkesin üzerine, killi toprağından güçlü şekilde uzanan pamuk çiçeğimle değmek, üzerlerinde, ellerinde yumuşacık bir his bırakabilmek, güçlerine güç katabilmek, acılarını dindirip temizleyebilmek yüzlerini…Bir de renkli boyalı tırnaklarını, içini görmelerini,ve asıl oraları temizlemelerini sağlayabilmek için silebilmek…Yaralarına ilaçlara bandırdığım bedenimle uzanarak, derilerinin bir ucunu öbür ucuna, eşiklerine hissettirmeden kavuşturmak, kapatmak ağlatmadan, üzmeden…Geceleri en güzel uykularını uyusunlar diye, başlarının altına, altımda sevdikleri, çoğunlukla kaybettiklerinin fotoğrafları, defalarca okudukları, içlerinde bir başka yumuşak uçlu kalemle yazılmış mektupları, belki biraz biriktirdikleri altınları, daha kıymetlisi hayallerini saklayarak destek olmak…Sonra sarılmak üşümesinler diye dolana dolana sarmalamak, ayaklarını ısıtmak öbür yandan…Belki bir dönme dolaba binip renkli şekerlere karışarak, bir değersiz çubuğun ucunda ağlanıp, damaklarında, beyinlerine mutluluk salgılatacak tatlar olmak birkaç “normalini” kaybetmiş çocuğun…Ve yine onların gülümsemesini saklamak için, en güzel kabarık elbiselerim ve 7 cücemle bu kez, kitaplarında harfler olmak, gelecek mutluluğu tattırabilmek, umutlarını kaybetmemeleri gerektiğini öğretebilmek isterim.

 Fakat yaşamım, sen, her günün bir yenisinde o sivri uçlarınla jiletlersin beni. Her bir hamlen başka bir yerime denk, başka bir eşiğime hedef. Kalmaya çalıştığım halimle ben, jileti tutmadığın elinin parmakları arasına sıkışmış, yakalanmış, gölgemin ekseninde yitmişim. Bir gölge düşün; vücutsuz, kıvrımsız, düz, ya da öylesi. Her iki taraftan da bir adımlık yol vardır daha yumuşağıma, atamam, izin çıkmaz. İşkenceyi seversin, yavaş yavaş hareket eder, zevk alırsın zamanın buğusuna karışıp yayılmaktan, görüntümü bir çıkarıp bir batırmaktan, yolumu şaşırtıp gözümü görmez kılmaktan, karardıkça kararmak, kararttıkça karartmaktan, kıvrımlarımı bileyip kendine yontmaktan.

 Sanki sivriymişim gibi yapsam, daha ağır bassam kağıda, olmaz, bilirim kanmazsın. Hafifçe ilerlersin, tek ve küçük hareketler önce. Kabamı atarcasına, iğne batması kıvamında, küçücük paylar sıyırırsın dışarımdan içeri, daha sivriye doğru, hep daha sivri.

Gerçek acılara daha vardır, ki gerçek acı yoktur, acı hep, yeterince gerçektir.

Karşında güçsüz bulmaya çalışıyorken yanıtları…”

 

Uçsuz Tango

14.08.13

 UÇSUZ TANGO

 

“…dönüp giderken çocuk, karşıdaki çatının kapısında duraklamış, dışındaki sesleri dinlemişti bir süre.

Ağlıyordu.

İçimde gördüğüm bu manzara, onun -son bir kez daha- vazgeçme çabasıydı.

 Başaramadı, düştü.

* * *

Ve başladı uçsuz göç, ağarıyor şimdi tenimde, tüm sesler, lekeli kör bir nokta gibi dönüyor zihnimdeki pikapta.

Aidiyet, gökyüzüyle gözlerimin kesiştiği noktada siliniyor yerinden, en çok korumam gerekenle birlikte gözlerimin önünden. Sorumluluk bittikçe donuyor can gözlerin aklığında, kapanıyor dıştaki kapak. 

     Çarpmaların ağrısına üflüyor rüzgar,  yaşamla ölümün ayrıldığı yeri dikiyor iğne, iyileşsin isteniyor, istenince hiç olmuyor. Yeni bir ip deniyor, eriyor, ama o iz hep kalıyor yarıkta. Her yanılgı bir ağaç bulup asıyor kendini, nefesi kaybeden ciğerlerim iflas ediyor.

İki üryan başlangıç arasındaki karanlık, aydınlandıkça görülüyormuş gerçekten de parlak bir ışık, görülse de gitmiyorsun ona, ama katılıyorsun işte mecburiyetle.

Her acı birer kemik olup batıyor organlarıma, hafiflikle doluyor göğsüm hareketler duruldukça. Birbiri içinden çıkan ezgiler kaşıyor yarayı, biraz aralansa pencere, küçük bir ara verse de pıhtılaşsa kan.
Dilekler bitmiyor elbet, yanıtlar gülmüyor.

Bütün kanırtılmış düşüncelerin kumbarası, doymuş karnını sıvazlıyor karşımda. Soluk beyaz fon maskeleri duruluyor, birbirinden farksız imgelerini çağırıyor perdeye yaşamın. Su şimdi berrak bir çatı üzerimde, yukarısı, aşağısı, ilerisi, gerisi bir.

Eşyalar gibi yek yaprak bedenlerin çekmecesi ise, dar, boş, tek bir fotoğraf dahi yok. Bir tek ben varım içinde, ve iç son kasılmasıyla kalmış bir cenaze şimdi, orada öylece kıvrımlı, kıvrımsız, loş.

Bu sıralı düzen içinde birer balon gibi diziliyiz, sırayı bozan çaresiz bir kifayetsiz. Sorgu bitti mi duyuyor kulak, asıl sessizliğin evreni kaplıyor yatağın çevresini, karınca koşuyor kımıldıyor yelkovan, hiçbir şeyi değiştirmiyor zaman nasılsa, susuyorsan.

Önce o vardı, sonra ben. Sonra o yok olan, bir kayıp kardelen. Buralar buz iken, ruhsuz, ne kıymeti kaldı varlığın, yokluk her daim sonsuz. Es’siz bir kadans, diyezsiz bemolsüz, ne vardırıyor sona, ne de başa. Çözülmedikçe, çözülmüyor buzlar, açılmıyor düğümsüz kuşaklar, beni bağladıkları bu soğuk zeminde gitgide daha çok üşüyorum.

Hep havada uçuşan keşkeler sızıyor bir tek, sapı kopmuş çantanın deliğinden. Sıcak bir örtü olup örtüyorlar üstümü. Başımdan aşağı devriliyor maneviyat bileklerimde noktalanıyor yaşam. Ayaklarım, açık, çıplak, soğuk.

Bu günlerde bir kaç el açıp, çıkartıyor beni ara sıra. Ben sağır, dilsiz, ruhsuz bir akışkan, o’ndan kalan toprağa, ağaca, yaprağa uzanıyorum boyumca.

İç solmuş bir taşta isim oluyor, görünüyorsa diyor biraz daha gömülüyorum.

Bir göz açıp kapama zamanına sıkışan varlık, plaktaki akordiyonun dipsizliğine doğru en epik dansına koyuluyor. Eğildikçe sırt üzeri, daha da açılıyor metal dilleri. Hiç sonlanmayacakmış gibi ağır nefesi sırtımda, denizin tuzlu suyu olmuş, öylece tutuyor beni arafta.

 

İşte gerçek bir göç böyle başlıyor, seçilemeyen o tek an, bir zaman geçken, o günden bile erken doluyor.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Yazılar

  • Alaca
  • Suretler
  • Yer Kuşakları
  • Celse
  • Dem

Son Yorumlar

    Arşivler

    • Ekim 2015
    • Şubat 2015

    Kategoriler

    • 7 Yazılar
    • Uncategorized
    © 2018 begumtarako.com ALL RIGHTS RESERVED